Türkiye'nin Suriye Macerası, 15 Temmuz Ve Avrasya Yolları


Türkiye'nin Suriye Macerası, 15 Temmuz Ve Avrasya Yolları

Ortadoğu'nun önemli siyasi analistlerinden Abdulbari Atvan, 1 Kasım seçimlerinin ardından kaleme aldığı yazısında Türkiye'ye yönelik PKK ve IŞİD tehdidinin bir üst boyuta taşınacağını, canlı bomba eylemlerinin artacağını ve Erdoğan'ın ülkesinin güvenliğini sağlayabilmesi için kendi sınırları içine çekilmesi gerektiğini ifade etmişti.

Tesnim Haber Ajansı - Atvan'ın tahminleri büyük ölçüde tutsa da Türkiye, çözümü; kendi sınırları içine çekilmekte değil, hem iç siyasette hem de başta Suriye olmak üzere sürdürdüğü dış politikasında büyük değişime gitmekte ve sınır ötesinde kalmakta buldu. Dışarıda atılan her adım ise içeirde yeni bir saldırı, patlama ve en nihayetinde darbe kalkışmasına varan hamlelerle karşılık buldu.

2011'in başından bu yana Suriye'nin Dostları Grubu (ABD, Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar) ile ortak hareket eden Türkiye'nin Suriye politikasının iflas ettiği yönündeki analizler özellikle 2015'ten sonra yapılmaya başlasa da, savaşın ilk başladığı yıllarda Esad'ın yaptığı Kuzey'den çekilip bölgeyi Kürt yapılara bırakma hamlesi savaşın seyrini değiştiren en önemli hamle oldu.

2011 yılından itibaren Suriye İhvanı üzerindeki etkisini kullanan, özellikle başta İran'dan olmak üzere tüm müzakere tekliflerini reddeden Türkiye ve müttefiki ABD ilk etapta tüm hesaplarını sadece Esad'ın gitmesi üzerine yaparken, Esad Kuzey'den tek kurşun sıkmadan çekilerek ABD'ye nihai amaçlarından olan İncirlik'e alternatif olacak askeri üslere kavuşma imkanı tanımış ve ABD ile direk karşı karşıya gelme ihtimalini büyük ölçüde düşürmüş oldu. Diğer taraftan ise Türkiye ile arasına bir tampon bölge oluştururken karşısında duran Türkiye ve ABD ittifakındaki PYD-YPG ihtilafının temelini atmış oldu. Bu ihtimale dair bir B planı olmayan ve bu hamlenin ardından tüm Suriye politikasını PYD-YPG üzerinden şekillendirmek zorunda kalan Türkiye, ABD'nin müttefik olarak Türkiye yerine YPG'yi tercih etmesi ile de adeta ters köşe oldu ve çareyi Rusya ile ilişkileri bir üst boyuta taşımakta buldu. 

Dış siyasetteki değişim ilk etapta Rusya ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi şeklinde tezahür etse de bundan ibaret olmadığı ve bununla sınırlı kalmayacağı aşikar. Fırat Kalkanı Operasyonunu sürdürebilmek ve Suriye sahasında kalabilmek için Rusya ile anlaşmaktan başka bir seçeneği kalmayan Türkiye'nin bu yöndeki adımları Halep'te muhaliflerin kaybetmesi sürecinin başlangıcını da beraberinde getirdi. Rusya ile anlaşmanın ardından Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Halep'te rejim güçlerine karşı savaşan en büyük muhalif grup olan Nusra için "Nusra (Fetih El-Şam) teröristleri Halep'ten temizlenmeli" açıklamasını yaptı. Türkiye'nin Nusra'ya direk olarak cephe alması Halep'teki diğer muhalif gruplar arasındaki ayrılığı da körükledi ve işler Nusra ile beraber olmak isteyen ve bunu reddeden muhalifler arasında silahlı çatışmaya kadar vardı. Muhalifler zaviyesinde Halep'te kaybetmenin bir diğer sebebi olarak da Fırat Kalkanında Türkiye'ye destek vermek için bazı ÖSO gruplarının da Halep'ten kaydırılması olarak gösterildi.

Tabi dışarda yaşanan her gelişme, her hamle içeride de çeşitli saldırılarla karşılık buldu. Bu hamlelerin en büyüğü ise ABD/NATO ile yaşanan gerilimin ardından gelen darbe kalkışması oldu. Başta Rusya ile normalleşme olmak üzere dış siyasette yaşanan değişimleri 15 Temmuz'dan, 15 Temmuzu da bu gelişmelerden bağımsız okumak eksik bir değerlendirme olacaktır. Nitekim 15 Temmuza giden sürecin belki de en önemli sebeplerinden birisi Türkiye'nin Anglo-Siyonist eksenle yaşadığı ihtilaflar ve NATO/ABD ile doğan çıkar çatışmaları... Rusya ile yaşanan uçak krizinin ardından, ABD ile de ihtilaf yaşayan Türkiye uluslararası alanda hiç olmadığı kadar yalnızlaşmış ve bu süreç; zamanında Siyonist lobinin en üst düzey kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi (CFR)'de onur konuğu olarak ağırlanan Suriye politikasının mimarı Ahmet Davutoğlu'nun tasfiyesine kadar ilerlemişti. Ak Parti kulislerinden yansıyan iç ihtilafların yanında dışarıda yaşanan bu çıkmaz da süreci bu raddeye getiren temel etkenlerden birisi oldu.  Davutoğlu hükümetinin tasfiyesi ve 2 ay sonrasında yaşanan darbe girişiminin bastırılmasının ardından dış politikada devam eden değişim ve yaşanan Rus büyükelçisi suikasti gibi gelişmeler de bu yöndeki iddiaların gerçekliğini ortaya koyuyor.

Doğu Perinçek yine sahnede...

Bu süreçte Türkiye siyasi tarihinin en karanlık isimlerinden birisi olan Doğu Perinçek'in de adını sıkça duymaya başladık. 2014'te cezaevinden çıkan ve cezaevinden çıktığı günden bu yana Ak Parti ile 'milli mücadele' ortaklığı kuran Perinçek, darbe girişiminin bastırılmasındaki payının yanı sıra Rusya ve Esad Rejimi ile de diyalog zeminini oluşturan isimlerin başında geliyor. Ordu içerisindeki üst düzey komutanların 'darbe tsk'nın içerisinde bastırıldı' söylemleri ve Perinçek'in 'Milli kuvvetleri göreve çağırdık' açıklaması da bu iddiaları doğrular nitelikte. 

Perinçek: 'Darbenin bastırılmasında Vatan Partisi çok önemli bir işlev gördü, milli kuvvetleri göreve çağırdı'

ABD derin devletinin kilit isimlerinden "Ortadoğu uzmanı" Neocon Michael Rubin'in darbe olacağını aylar öncesinden yazması, NATO/ABD ile özellikle Suriye sahasında yaşanan gerilimin boyutu ve MİT'in elindeki raporlar da darbe kalkışmasının önceden tahmin edilmesinin zor olmadığını gösteriyor. Ancak bu kalkışma önceden bilinse bile içerideki kliklerin henüz deşifre edilmemesi ve FETÖ yapılanmasının tüm kurumlardaki etkinliği, kalkışmaya önceden müdahale edebilmeyi pek mümkün kılmıyordu. Bunun yerine devlet, içeride gerekli tedbirleri alarak hem gayrı-milli NATO/ABD/FETÖ kadrolarının deşifre olmasını bekledi, hem de böyle bir kalkışmanın doğuracağı olumsuz sonuçları minimize etti.

Diğer taraftan Erdoğan ve Perinçek öncülüğünde oluşturulan yeni 'milli cephe', kurulan ortaklığa rağmen hem iç hem dış politikada ihtilaflar yaşıyor. Dış politikadaki ayrışmalar Rusya ile normalleşmeye rağmen Suriye temelli iken, iç siyasetteki ihtilaflar anayasa değişikliği etrafında yaşanıyor.

Eski Hava Kuvvetleri Savcısı ve Ergenekon sanığı Albay Ahmet Zeki Üçok'un günlerce gündemden düşmeyen 'Kaos olursa emir-komuta zinciri içerisinde darbe olur' paylaşımı da Halep'in gündem olduğu, Rusya'nın bütün temsilciliklerinin önünde protestoların sürdüğü, iç siyasette de anayasa değişikliğinin hararetle tartışıldığı bir zamanda geldi. Hükümete müttefiğinden bir mesaj veya tehdit olarak okunabilecek bu çıkışın ardından daha önce 'Milli seferberliğin en başındayız' açıklaması yapan Perinçek, hemen bir gün sonra keskin bir dönüşle 'Milli seferberlik Atatürk'ün verdiği esinle olur. Abdülhamit'le bu milleti seferber edebilir misiniz, FETÖ tasfiyelerinde sıra AKP'ye geldi' ifadelerini kullanarak anayasa değişikliğine karşı tavrını net olarak ortaya koydu.

Türkiye ile Rusya arasındaki normalleşmenin mimarının Perinçek ve çevresi olduğu da su götürmez bir gerçek. Türkiye-Rusya arasında uçak krizi en sert şekilde etkilerini gösterirken Vatan Partisi heyetleri Rusya'ya ziyaretler gerçekleştiriyor, lobi faaliyetlerine aralıksız devam ediyordu. Rusya'nın yanı sıra Şam yönetimi ile gizli görüşmeler de bu süreçte sürüyordu. Perinçek, daha Halep, rejim güçlerinin eline geçmeden ve muhaliflerin Halep'te kaybetmesinin başlangıcı sayılabilecek Rusya ve Türkiye'nin Halep anlaşmasının ardından 'Cumhurbaşkanı Erdoğan, Halep Anlaşmasını ilan ederken, Vatan Partisi Heyeti AKP iktidarının belirlediği kadrolarla birlikte Şam’a ulaşmıştı.' ifadelerini kullanırken, Şam cephesinden de bu ziyaret teyit edildi. Lübnan merkezli Es-Sefir Gazetesine açıklamalarda bulunan üst düzey bir Suriyeli komutan, "Bugün artık uluslararası ve bölgesel düzeydeki tuhaf ve çelişkili açıklamalardan sonra Türkiye’den Suriye’ye yapılan ziyaretleri açıklamak zorundayız. Bu ziyaretler, sadece Suriyelilerle yapılan müzakerelerle sınırlı değildi. Rusya ve İran’ı da kapsıyordu." ifadelerini kullanarak Türkiye ve Suriye arasındaki görüşmeleri de ilk kez basına taşıdı.


Türkiye, Rusya ve İran şuan çözüm için bir araya gelse de, her 3 ülkenin de Suriye politikalarını inşa ettikleri temeller birbiriyle çatışıyor/çatışabiliyor. Rusya'nın en temel kaygısı yüzyıllar süren bir politika sonucu indiği sıcak denizlerdeki üssünü korumak olurken, İran için 'direniş ekseni' ve Lübnan-Filistin'e silah sevkiyat yolu, Türkiye için ise Kuzey'deki Kürt varlığı öncelikli konu.

İran'ın müzakere yolunu zorladığını ve yönetimin Suriye İhvanıyla paylaşılmasını kabullendiğini 2012 ve 2013 yıllarında yaptığı tekliflerden de anlayabiliyoruz. İran İhvan'a bu minvalde çok sayıda teklif yaparken, Hamas'ı da Hizbullah ve İhvan arasında aracı olmaya çağırdı. Ancak İhvan, Türkiye'den gelen 'devrim' mesajları ve savaşı kazanacağına olan inancından dolayı her türlü müzakere teklifini düşünmeden reddetti. Konuyla ilgili İhvan'dan Türk basınına yapılan birçok açıklamada da İran'dan gelen müzakere tekliflerini 'devrim yakın' göründüğü için reddettikleri ve dış müdahaleyi bile kabul ettikleri en yetkili ağızlardan dile getiriliyordu. Bu arada Suriye-Lübnan merkezli haber sitelerinin ardından Guardian Gazetesi'nin de yayımladığı üzere; Türkiye ve İran arasında 2013 yılında gizli müzakereler yürütülüyor ancak Türkiye, Esad'ın kalmasına bir türlü ikna olmuyordu. Uluslararası Kriz Grubu geçtiğimiz günlerde Türkiye-İran görüşmeleri hakkında bir rapor yayımlarken, raporun en dikkat çekici cümlesi ise Abdullah Gül'ün yaptığı ve aşağı yukarı İhvan'ı yönlendiren mantığı da ortaya koyan açıklamalar oldu:

“Bizim hükümetimiz İran’la bir anlaşmanın peşinden gitmedi çünkü Esad’ın birkaç ay içinde devrileceğini düşünüyorlardı. Ankara’nın bakış açısından, Esad’ın sahadaki kayıpları, taviz verme ihtiyacını ortadan kaldıracak veya en azından anlaşmayı daha iyi bir hale getirecekti.”

Türkiye ve İran arasındaki gizli Suriye görüşmeleri ortaya çıktı
Sonuç olarak Türkiye'nin 'Esad inadı'ndan vazgeçmeyişi İran'a Esad ve Rusya ile beraber savaşa dahil olmaktan başka yol bırakmadı ve İran Rusya ile yaşadığı bazı ihtilaflara rağmen Hizbullah'la beraber savaşa dahil oldu. Tabi Hizbullah'ın savaşa dahil oluşuna dair iç dinamiklere ilişkin de çok şey söylemek mümkün.

Sahada müttefik olan İran ve Rusya arasındaki ihtilafların başlıca sebebini ise iki ülkenin 'İsrail'e karşı tutumundaki farklılık oluşturuyor. İsrail'in güvenliği Rusya için de önem arz ederken, İran ile bu konuda yaşanan ihtilaf zaman zaman sahaya da yansıdı. Suriye'de katledilen Hizbullah liderlerinden Semir Kuntar (İsrail tarafından) ve Mustafa Bedreddin'in (muhalifler tarafından) ölümlerinde 'Rus istihbaratı' parmağı olduğu iddiaları hala Lübnan basınında tartışılıyor. Keza İsrail'den Suriye ordusu ve İran birliklerine yönelik saldırılara da Rusya tarafından göz yumulması da ayrı bir tartışma konusu. Bir diğer ihtilaflı mesele ise Hizbullah'ın Golan'a yönelik ilerleyişine Rusya'nın engel olduğu iddiaları. Hizbullah'tan bu tartışmalarla ilgili geçtiğimiz günlerde yapılan resmi açıklamada ise Rusya'ya "İsrail'in Suriye'deki saldırılarına misillemede bulunmama yönünde taahhüt verilmediği" en yetkili ağızdan açıklandı.

Rusya ve İran arasındaki bu ihtilaf, olası bir Rusya-Türkiye-İran üçlü ortaklığında Türkiye'nin Rusya ile ortaklığını daha güçlü bir konuma taşıyor. Rusya,bu iki ülkeden birisi arasında tercih yapmak zorunda kalsa söz dinlemeyen bir Hizbullah ve İran yerine tereddüt etmeden İsrail'le ilişkilerini normalleştirmiş bir Türkiye'yi tercih edecektir, ancak bu da  büyük ölçüde Türkiye'nin Esad'ın varlığını ve Rusya'dan gelecek teklifleri kabul etmesine bağlı. Türkiye kamuoyunda da Halep'in el değişimi sürecinde yürütülen 'Rusya'yı günahsız gösterme ve faturayı Şii'lere kesme' propagandası misliyle karşılık buldu ve İran'ı sürecin dışında tutma yönünde olası bir hamle için gereken zeminin son taşları da döşendi. Yani Rusya ile ittifak kurup İran'ı saf dışı bırakma fikri reelpolitik açıdan Türkiye devleti için olumlu bir hamle olursa, böyle bir hamleye içeriden de karşıt bir ses çıkmayacaktır. Zira Türkiye'de İran düşmanlığı; milliyetçisinden kemalistine, sağcısından solcusuna birçok kesimin ortaklaştığı ender konulardan birisi olagelmiştir, Son süreçte de 90'larda 'Şeriatçılar İran'a' sloganının hedefi olan İslamcılar devlete entegrasyonla bu ortaklıktaki yerini büyük ölçüde almış bulunuyor.

Arap basınında da üzerine konuşulan İran'ın tasfiyesi iddiaları özellikle Putin'in Halep tebriği ve 'İran'la işbirliğimiz sürecek' açıklamasıyla zayıf bir ihtimal olarak görülse de, konu Suriye olduğunda en olmaz denilen şeylerin yaşandığı hesaba katılınca, üzerine düşünülmesi gereken bir iddia olarak karşımızda duruyor.

Öte yandan bu 3 ülke arasındaki ilişkinin, sadece bir mütabakat olarak kalıp kalmayacağı, Türkiye'nin sadece Rusya ile ittifak kurarak nasıl bir dış politika sürdüreceği, Rusya ile yaşanan yakınlaşmanın İran'la da yaşanıp yaşanmayacağı ve Fırat Kalkanı operasyonunun nerede sonuçlanacağı da üzerinde durulması gereken konular. Halep'in rejim tarafından alınmasıyla savaşın bitmediği, Suriye'nin ciddi bir bölümünün hiçbir anlaşma, mütabakat tanımayan IŞİD kontrolünde olduğu ve Suriyeli muhaliflerin kalesi İdlip'in tüm bölgenin önünde büyük bir imtihan olarak durduğu da unutulmamalı.

Düğüm büyük ölçüde Kazakistan'da çözüleceğe benziyor. Türkiye ise dış siyasette fevri hareket etme kotasını çoktan doldurdu ve atılacak her yanlış adım, içeride bir saldırı ile karşılık bulma tehlikesi taşıyor. Artan kaos ortamı Türkiye'nin içine kapanması ve nihai kertede yeni bir kalkışmaya ya da bir dış müdahaleye açık duruma gelmesine kadar varabilecek bir sürecin riskini barındırıyor.

Ahmet Işıktekiner / İslami Analiz

En Önemli Alıntı Haberler Haberler
En Çok Okunan Haberler